Felaket tellalları gezinirken üstümüzde, hayretle izliyorduk olup bitenleri çok garipmişçesine!… Suçlu olduğu halde suçsuz gibi mâsumca ebeveynine bakan yaramaz bir çocuğu andırıyordu insanlığın nihâi vaziyeti… Oysa kâinatın en güçlü kanunuydu bu; kendisine atılanı hedefini şaşmayan bir ok gibi sahibine gönderiyordu mutlak güç ve dahi hizmetimize sunulan herşey. Bir diğer deyişle ekilen ekinin aynısını biçmeye mahkûm ediyordu bizi hep! Binaenaleyh kendi ekinimizi biçiyorduk işte!
Can havliyle sığındığı ağacın en tepesine tırmanan ve korkuyla etrafını gözetleyen koca kedi gibiydi bizim meydana getirdiğimiz cihan… Evet. Ve elbette artık isyan bayrağını çekip bizden herşeyiyle uzaklaşıveriyordu sanki dar-ı dünya yorgunluğunu belli edercesine… Gözü yaşlı ve sitem dolu bir serzenişti âdeta bu…
İnsanlara ve cümle mahlûkata asırlarca yuva görevi yapmış, ayrım yapmadan tümünü sarıp sarmalamış olan yerküre artık yoruldum dercesine kabuğuna çekilmişti mahzûn bir gönül gibi.. Elbette çok yerinde bir başkaldırıştı bu! İnsanoğluna var olduğu günden bu yana tüm cömertliği ile kucak açıp kendisine yapılan ezâları görmeksizin ve duymaksızın en içten gülüşünü her şeye rağmen hiç esirgememişti misafirlerinden…
Lakin bir durak lazımdı; bir yerde duraksayıp nefes almak lazımdı yeniden nefes alabilmek için! Yoksa hepten nefessiz kalacaktı kâinat ve kıymet bilmez aç(!) yolcuları…
Bir cevap yazın Cevabı iptal et