Özlem miydi adı hayatın? İçimizde hiç sonu gelmeyen.. Daha kendimi tanımazken bilmediğim bi şehirde şu sözler yansıdı yüreğime : “Hayat bin yudum hasretmiş içtikçe tükenmeyen.. ” Hakikatende öyleydi yaşadıkça daha çok hak verdim derinlerimden duyduğum bu feryada.. Peki neydi bu arayışın sonu? Neydi aradığımız şey? Neydi özlemlerimizin devâsı?
Niçin yaşıyorduk biz? Nereden gelip nereye gidiyorduk? Hayatımıza yön verecek bu kadar mühim sorulara niçin kör ve sağırdık bu kadar?
Geçici kaygı, telaş, çaba ve uğraşlarımız sonucunda elde ettiğimiz, etmek istediğimiz para mal ya da itibar gibi şeyler bize yetecek miydi? Dahası asıl hedefimiz yalnızca bunlar mıydı? Kısacık bir ömre sığdırmak istediğimiz şeyler mi? Düşünmeden, gaflet içinde, şükürden yoksun, şükürsüzlükten hayâ etmeden, buram buram isyan kokarak geçirdiğimiz her anın hesabını vermeyeceğimizi mi düşünüyorduk? Ya da unutuyor muyduk yoksa düşünmemeyi mi tercih ediyorduk daha felaketi?…
Öyle ya da böyle elde etmeyi istediğimiz şeylere ulaştığımızda mutlu olacak mıydık, daha önemli bir soru bu bizi kurtarmaya değecek miydi? Gerçekten ne istediğimizi bilerek mi yaşıyorduk? Yoksa yalnızca dünyaya istemeden gönderilmiş kurbanların boyun eğmesi ve boynunun kesileceği anı bekleyen bir kabullenmişlik miydi bizim yaşantımız?
Hayat mı anlamsızdı gerçekten yoksa insan mı anlamsızlaştırandı hayatı?… Bu soruyu dünyada yaşayan milyarlarca insandan kaçı soruyordu bu meskenden göçüp gitmeden..
Neden bu kadar hissizleştik, neden bu kadar katılaştık, niçin bu kadar merhamet yoksunu oldu yüreklerimiz kendi nefsimize dâhi! Herşey unuttuğumuz için miydi sık sık hatırlamamız gereken şeyleri? Evet. “İnsan nisyan ile iç içedir” okuduğum bir kitapta bu ibare geçiyordu. Doğruydu üniversite sıralarında Arapça dersi görürken insan kelimesinin nisyan kökünden geldiğini ve bunun tam olarak unutmak* olduğunu öğrenince çok mânidar gelmişti.. Çok doğruydu.
Aslında insana bahşedilen herşey nimet niteliğindeydi, evet evet unutmakta öyle. Zîra unutmak olmasaydı yavrusunu kaybeden bir anne, annesini kaybeden bir evlat yaşamaya devam edebilir miydi hiç? Hayat boyu binlerce yara almasına rağmen ayakta kalabilir miydi insan, acılarının hepsi taze ve canlı kalsa idi?…
İnsana verilmiş binlerce nimetten yalnızca birine dokundum, peki ya diğerleri? Şükür etmek dildeki şükürle mi sınırlıydı? Bizi yaratan yaşatan gözeten ve koruyan, karşılıksız hayat nefes beden ve ruh bahşeden yaradana karşı niçin bu kadar kayıtsızdık?
Neydi bize en yakın olana bizi en uzak olmaya hapseden kalın ve soğuk duvarların sebebi ya da sebepleri? Canlı cansız her şey ve tüm mahlûkat, çoğu zaman hayretle izlediğimiz ve hayranlıkla seyrettiğimiz tabiatta dahil herşey insana yaradana karşı “haddini bil! ” gerçeğini haykırırken niçin deve kuşu misali kör ve sağır devam ediyordu hayata insanoğlu?…
İçimin en derinlerinde kocaman bir boşluk ve bas bas bağıran bir ses birtek bende mi sağır ediyordu kulaklarımı?…
Hayatımın en çetin günlerini yaşarken en dipleri görüp kederin dayanılmaz sancısını iliklerime kadar hissederken, ölümle yaşam arasında gözümde hiçbir farkın kalmadığı tamda o günlerde hayatımın gerçek anlamını keşfettim ve niçin yaşadığımın farkına vardım. Yaşarken bunun farkına varmak kadar büyük bir lütuf daha var mı yürüdüğümüz yolda bilemiyorum!
Rotasız gemi nereye gidebilir ki? Daha önemli bir soru geminin kaptanı tam olarak nereye gitmesi gerektiğinden bihaberse ulaşacağı yerin ne kıymeti ya da ne değeri var ?
Çok güzel yazı olmuş okurken kendimi buldum
teşekkürler , ne mutlu bize 🙂
Helal bee başarılar..
sağol yakışıklı kardeşim benim:)
Rotasız gemi nereye gidebilir ki ?
…
Çok güzeller canım
teşekkürler cankuş